Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İbrahim KURTULUŞ

Editoryal Önyargı Savunuculuk Değildir

The New York Times geçtiğimiz günlerde, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ve ülkenin mevcut siyasi yapısını hedef alan bir başyazıya imza attı. Yazının dili, tonu ve çerçevesi, demokratik ilkeler adına yapılmış bir eleştiriden çok, ideolojik bir kampanyanın uzantısı gibi duruyor. Türkiye’nin demokrasiye geçiş süreci, çok partili yapısı, rekabetçi seçim sistemi ve bölgede üstlendiği jeopolitik rol bu kadar görmezden gelinemez.

Bir ülkenin iç siyasetini eleştirmek, gazeteciliğin en doğal hakkıdır. Ancak bunu yaparken bağlamı, tarihi gerçekleri ve işleyen kurumları görmezden gelmek, o hakkı suistimal etmektir. Türkiye, AGİT gibi uluslararası gözlemciler tarafından denetlenen, düzenli ve şeffaf seçimler gerçekleştiren bir ülkedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu süreçler sonucunda halkın çoğunluğunun desteğini alarak görevini sürdürmektedir. The New York Times’ın bu gerçeği yok sayması, yalnızca Türk seçmenlerinin iradesine değil, aynı zamanda demokrasinin temel taşı olan halk egemenliğine karşı bir saygısızlıktır.

Dahası var: Türkiye’yi Rusya gibi otoriter rejimlerle kıyaslamak, hem analitik olarak hatalı hem de siyasi olarak pervasızca bir tutumdur. Türkiye, farklı siyasi görüşleri temsil eden partilerin parlamentoda yer aldığı, büyükşehir belediye başkanlarının muhalefet tarafından seçilebildiği, siyasi tartışmaların canlı biçimde sürdüğü bir ülkedir. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun seçim tekrarı sonrası yeniden kazanması, sistemin işlediğinin en somut örneğidir. Bu gerçekleri görmezden gelen bir editoryal bakış, demokrasiye dair samimi bir endişeden değil, ideolojik bir pozisyondan kaynaklanıyor olabilir.

Peki, bu eleştirilerin merkezinde gerçekten demokrasi hassasiyeti mi var? Yoksa mesele, Türkiye’nin Batı eksenli dış politika çizgisinden kısmen bağımsızlaşması mı? Türkiye’nin Suriye sınırındaki güvenlik operasyonları, yalnızca bölgesel tehditlere karşı alınmış önlemler değil, aynı zamanda NATO’nun güney kanadını savunma refleksinin de bir parçasıdır. Bu operasyonlar, Batı’nın uzun yıllardır “müttefik” saydığı ama Türkiye’nin doğrudan ulusal güvenliğini tehdit eden yapıları hedef alıyor. Bu gerçeği görmeden Türkiye’yi cezalandırmak isteyen yaklaşımlar, ittifak hukukunu da zedeliyor.

Basın özgürlüğünden bahseden The New York Times, Türkiye’yi gazetecilere baskı uygulamakla suçlarken, kendi ülkesindeki örnekleri görmezden geliyor. Daha geçtiğimiz günlerde, ABD’de 97 yaşındaki bir Federal Yargıç, yasal süreç tamamlanmadan görevinden uzaklaştırıldı. Guantanamo’da yargılanmadan yıllarca tutulan insanlar, göçmen ailelerinin çocuklarının sınırda ayrılması, ya da polisin orantısız güç kullanımı gibi konular, Amerikan basınında çoğu zaman “bireysel vaka” olarak çerçeveleniyor. Türkiye’ye gelince, en küçük bir yargı süreci bile “otoriterlik” tezinin bir parçası yapılıyor.

Bu çift standart artık sıradan bir eleştiri konusu değil, yapısal bir önyargıya dönüşmüş durumda. Türkiye’de laiklik ilkesinin toplumsal yansımaları, kadınların yaşam alanlarındaki özgürlük, sosyal hayatın çeşitliliği ve bireysel tercihlere saygı, hâlâ Cumhuriyet’in temel taşlarından biri olarak korunuyor. İstanbul’un Bebek, Nişantaşı, Caddebostan gibi semtleri bunun açık bir göstergesi. Bu gerçeklere rağmen Türkiye’yi “İslamcı aşırılık”la özdeşleştirmek, hem entelektüel tembellik hem de kültürel indirgemeciliktir.

Türkiye’nin dış politikadaki bağımsız duruşu da hedefte. Oysa bu ülke, Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında tahıl koridoru anlaşmalarına ev sahipliği yaparak, barış diplomasisinin kilit aktörü haline geldi. Her kritik uluslararası kriz anında, masaya oturabilen, sözünü geçirebilen nadir ülkelerden biri oldu. Bu pozisyon, Türkiye’nin teokratik bir sapma yaşadığını değil; aksine, uluslararası hukuk ve insani diplomasi ilkeleriyle hareket ettiğini gösteriyor.

The New York Times ve benzeri yayın organlarının asıl sorunu şu: Türkiye artık eski “Batı’nın uslu müttefiki” değil. Kendi çıkarlarını savunuyor, bölgesel etki alanını genişletiyor, gerektiğinde Batı’ya da karşı pozisyon alabiliyor. Bu da, yıllardır alışılmış olan tek yönlü ilişki modelini zorluyor. Bu rahatsızlığın adı demokrasi kaygısı değil; güç ve denge kaybı korkusudur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi adını kullanmayı bile reddeden bir medya kuruluşunun, o ülkenin demokratik değerleri hakkında samimi bir yaklaşım sergilediğine inanmak zor. Uluslararası basın, Türkiye’yi anlamaya çalışmak yerine onu yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Ancak unutmamalı ki, egemen bir ulusu kendi halkı tanımlar. Şeytanlaştırma bir diplomasi yöntemi değildir; editoryal önyargı ise savunuculuk değildir.

Şimdi yapılması gereken, Türkiye ile yeni bir dil kurmak. Eleştiriyle değil, anlayışla; üst perdeden değil, eşit zeminden. Zira bu coğrafyada artık dikteye değil, diyaloğa ihtiyaç var.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER