Yıkıcı askerî güçler denince aklınıza önce Amerika ya da Çin geliyor olabilir. Ancak modern savaş anlayışını bugün sessiz ama bir o kadar da kararlı şekilde yeniden tanımlayan ülke bu küresel devlerden hiçbiri değil. Evet, Türkiye. Baklava, kadim medeniyetler ya da hararetli sosyal medya tartışmalarıyla tanıdığınız o Türkiye, artık küresel stratejistlerin küçümseyemeyeceği, göz ardı edemeyeceği bir askerî ve jeopolitik güç haline geldi.
Popüler başlıkların ve diplomatik açıklamaların gürültüsünün ardında derin bir gerçek yatıyor: Türkiye artık küresel ilişkilerde edilgen bir oyuncu değil. Yerli ve milli bir SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) endüstrisiyle savaş alanlarını değiştiren, üç denizde varlık gösteren bir donanmayla kendini hissettiren ve geleneksel müttefiklere olan bağımlılığını hızla terk eden bir savunma sanayii ile güç projeksiyonunun kurallarını yeniden yazıyor. Bu bir dikkat çekme çabası değil; bu stratejik bir yeniden yapılanmadır.
Soğuk Savaş sonrası uzun yıllar boyunca Türkiye, NATO’nun güneydoğu kanadında konumlanan mütevazı bir müttefik olarak görüldü. Yararlıydı belki ama asla yenilikçi olarak algılanmadı. Bu algı artık geçerliliğini yitirdi. Son 15 yılda Türkiye, temkinli diplomasisini bir kenara bırakarak milliyetçilik, bağımsızlık arzusu ve bölgesel dengeleri yeniden kurma hedefiyle şekillenen iddialı bir vizyonla stratejik dönüşüm geçirdi. Artık sadece komşu coğrafyalarda değil; Orta Doğu, Kuzey Afrika, Kafkasya, Akdeniz ve hatta Sahra Altı Afrika’da da etkisini artırıyor. Bu hedeflere ulaşma yolunda en etkili aracı ise Türk Silahlı Kuvvetleri.
Bugünün Türkiye’si 21. yüzyılın aklıyla hareket eden, vicdanı olan, tecrübeye sahip bir ülke. Anadolu’nun köklerinden aldığı güçle, stratejik birikimi ve insani vizyonuyla yalnızca bölgesel değil, yükselen bir küresel aktör olma yolunda ilerliyor. Artık geri dönüş eşiği aşılmış durumda. Türkiye’yi hâlâ eski gözlüklerle görmeye çalışanlar, bu yeni dönemin gerçeklerini kaçırıyor. Alışılmış rehavetin ya da sembolik tehditlerin konforuna alışmış olanlar, artık hazırlıklı, dirençli ve tarihsel hafızaya sahip bir aktörle karşı karşıyalar.
Eğer Türkiye’nin sıradan bir bölgesel güç olduğunu düşünüyorsanız, tekrar düşünün. Bu ülke sadece savunma yapmıyor; güç yansıtmanın inceliklerini ustalıkla kullanıyor. Tarih de bunu kanıtlıyor: Çanakkale’den bugünün çatışma alanlarına kadar Türkler sadece savaşmadılar; onurlu, amaçlı ve kararlı bir şekilde savaştılar.
Ancak askerî hırs, onu destekleyecek kapasite olmadan bir anlam taşımaz. Türkiye işte bu kapasiteyi inşa etmek için yıllardır yoğun yatırım yapıyor. Mesela SİHA’lardan başlayalım. Bayraktar TB2’yi duymuş olabilirsiniz. Duymadıysanız, etkisiz hâle getirdiği tanklara sorun. Ucuz, etkili ve ezber bozan bu yerli üretim insansız hava araçları; Ukrayna, Suriye, Libya ve Dağlık Karabağ gibi sahalarda belirleyici roller oynadı. TB2, hava üstünlüğü kavramını değiştirdi: Artık sadece büyüklük değil, çeviklik ve inovasyon da belirleyici.
Ve TB2 sadece bir başlangıçtı. Türkiye’nin SİHA ekosistemi hızla gelişiyor. Akıncı gibi yüksek irtifa ve uzun menzilli platformlar, Kızılelma gibi jet motorlu yeni nesil insansız savaş uçakları geliştiriliyor. Bu sadece teknolojik bir atılım değil; ulusal kararlılığın vücut bulmuş hâli. Geleneksel savunma alıcıları gibi dışa bağımlı kalmak yerine Türkiye, yerli üretim stratejisini benimsedi. 2000’li yılların başında savunma sanayiinin yalnızca %20’si yerli üretimdi. Bugün bu oran %87’yi aştı. Füzelerden zırhlı araçlara, savaş gemilerinden beşinci nesil savaş uçağı KAAN’a kadar pek çok gelişmiş sistem artık Türkiye’de üretiliyor. Bu yalnızca askerî özerklik değil, aynı zamanda jeopolitik kaldıraçtır.
Almanya gibi ülkeler tank parçalarını vermediğinde Türkiye yakarmadı. Kendi parçalarını üretti. Bu yaşananlardan çıkan ders: Kısıtlamalar karşısında dayanıklılık. Türk savunma ihracatı 2024’te 9 milyar doları aştı. 2025’te bu rakamın 12 milyar doları geçmesi bekleniyor. 170’ten fazla ülkeye satış yapılıyor. Bu sadece bir ekonomik başarı değil; kıtalar arasında kurulan stratejik bir ağdır.
SİHA’ların ve ihracatların ötesinde Türkiye, NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip. 475 binden fazla aktif personelle dikkat çekiyor. Ancak sayıdan öte fark yaratan şey, operasyon temposu. Pek çok Batılı ordu görev rotasyonlarını seyrekleştirirken, Türkiye’nin askerî güçleri Kore Savaşı’ndan bu yana neredeyse kesintisiz olarak sahada. Suriye, Irak, Libya ya da Azerbaycan fark etmiyor; bu bir sembolik varlık değil, belirleyici bir angajmandır.
Peki ya Türk donanması? “Mavi Vatan” doktriniyle Akdeniz, Ege ve Karadeniz’de artan bir kararlılıkla devriye geziyor. Bu, Yunanistan, Güney Kıbrıs yönetimi ve hatta Fransa ile gergin karşılaşmalara yol açtı. Türk gemileri muhtemelen Fransız gemilerinin izini sürebilmesini engellemek için elektronik karşı önlemler (ECM) kullandı. ASELSAN’ın ARES-2N ve EDM sistemleri, düşman radarlarını yanıltmak ve kilitlenmelerini engellemek için tasarlandı. Bu tür hamleler, Türkiye’nin açık denizlerdeki yeni özgüveninin bir göstergesiydi.
Ve tarihi bir adım: TCG Anadolu. Türkiye’nin yerli üretim ilk uçak gemisi. Ama bu klasik bir uçak gemisi değil; İHA’ları konuşlandırmak üzere tasarlanmış bir SİHA gemisi. Türkiye eski modelleri taklit etmiyor; yeni modeller yaratıyor.
Bu küresel ayak izi daha da genişliyor. Somali’de Türkiye en büyük denizaşırı üssünü kurdu; Somali ordusunu eğitiyor. Libya’da Türk askerî desteği, Trablus hükümetinin kaderini değiştirdi. Kafkasya’da 2020 Dağlık Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan’ın zaferinde Türkiye’nin rolü belirleyiciydi. Bu müdahaleler, Ankara’nın siyasî sermayesini ve stratejik etkisini artırıyor.
Ancak Türkiye’nin yeni savunma duruşu, NATO içinde karmaşık bir dinamik yarattı. Hâlâ ittifak üyesi, ABD nükleer silahlarını topraklarında bulunduruyor; ama aynı zamanda Rus yapımı S-400 sistemlerini satın alıyor. NATO’nun genişleme kararlarını kritik anlarda bloke ederek siyasî tavizler alıyor. Bazen ittifak uyumunu zorlayan bağımsız rotalar çiziyor. Ancak NATO Türkiye’yi göz ardı edemez. Jeopolitik konumu, Karadeniz geçişlerini kontrol etmesi, askerî kapasitesi ve istihbarat ağı onu vazgeçilmez kılıyor. Türkiye, kendi oyunlarını oynamakta ısrar eden yıldız bir oyun kurucu gibi: Öngörülemez ama vazgeçilmez.
Sonuç açık: Türkiye sadece modern bir ordu inşa etmiyor. Devlet gücü kavramını yeniden tanımlıyor. Şişirilmiş prestij projeleri yerine maliyet etkin inovasyonu önceliyor. Bağımlılık yerine üretimde egemenliği benimsiyor. Sembolizmin yerine sahada anlamlı varlık koyuyor. Ve bu yaklaşım şimdilik işe yarıyor. Türkiye’yi 21. yüzyıl jeopolitiğinde merkezî bir güç haline getiriyor.
Paradoksal olan şu: Türkiye bağımsızlık arayışında, kendisini küresel düzenin merkezine daha da yaklaştırdı. Attığı her adım dikkat çekiyor. Verdiği kararlar, bölgelerin yönünü belirliyor. O, satranç tahtasında hafife aldığınız oyuncu: Kurallara uymuyor belki ama alışılmadık hamleleri sonuç veriyor.
O yüzden bir dahaki sefere bir SİHA sesi duyarsanız, yukarı bakın. Üzerinde “Made in Türkiye” yazıyorsa, bu yalnızca teknolojik bir başarıyı değil; artık kimsenin gölgesinde yürümeyen bir ülkeyi simgeliyor. Liderliğe hazır bir Türkiye’yi. Ve bölgedekiler için bir uyarı: Türkiye’yi fazla zorlamayın.
Çünkü bu artık dedelerimizin Türkiye’si değil.
YORUMLAR