Türkiye Cumhuriyeti’nin iç işleri ve küresel sahnedeki rolü etrafındaki devam eden söylemde, özellikle Ekrem İmamoğlu’na karşı açılan davalar, Türkiye’nin demokratik sürecinin nitelendirilmesi ve Türkiye’nin faaliyet gösterdiği daha geniş jeopolitik dinamikler konusunda ortaya atılan temel yanlış anlamaları ve seçici eleştirileri ele almak esastır.
Genellikle Türkiye’nin yasal, politik ve diplomatik gerçekliklerine ilişkin yüzeysel bir anlayışa dayanan bu eleştiriler, egemenliğine, bölgesel istikrarına ve uluslararası sorumluluklarına bağlı kalan bir ulusun karmaşık karmaşıklıklarını kabul etmemektedir.
Öncelikle, temel ancak kritik bir düzeltme: Ülkenin uluslararası alanda tanınan adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. The New York Times gibi kurumlar tarafından “Türkiye” gibi eski terminolojinin kullanılmaya devam edilmesi, Türk halkının demokratik iradesini göz ardı etmekte ve küresel bir yayından beklenen diplomatik standartları karşılamamaktadır. Uygun adlandırmaya saygı sadece sembolik değildir; egemen uluslar arasındaki karşılıklı saygının bir yansımasıdır.
Her şeyden önce, Türkiye vazgeçilmez bir NATO müttefiki, egemen bir demokrasi ve bölgesel ve uluslararası istikrar için güçlü bir güç olmaya devam etmektedir. Bu jeopolitik konum, ulusal güvenliğe, toprak bütünlüğüne ve diplomatik saygıya olan bağlılığa yönelik pragmatik bir yaklaşıma dayanmaktadır.
Türkiye’yi yalnızca Ekrem İmamoğlu davasına dayanarak otoriter bir devlet olarak tasvir etmek, Türkiye’nin demokratik kurumlarının daha geniş bağlamını göz ardı ederken, önemli zorluklara rağmen demokratik süreçlerini sürdürmede direnç göstermiş bir ulusa haksızlıktır.
İmamoğlu’nu içeren hukuki dava, usulüne uygun yargılama ve güçler ayrılığını destekleyen anayasal olarak tanımlanmış bir sistem altında işleyen Türkiye yargısı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Tüm demokratik toplumlarda olduğu gibi, hukuki işlemler yerleşik yasal standartlar ve prosedürler uyarınca yürütülür. Özellikle bu tür davalar temyiz ve bağımsız yasal incelemeye tabi olmaya devam ederken, devam eden yargı meselelerine dayanarak Türkiye demokrasisinin sağlığı hakkında kapsamlı sonuçlar çıkarmak uygunsuzdur.
Time Dergisi’nin doğru bir şekilde belirttiği gibi, “İstanbul’un Erdoğan’a Karşı Çıkışı, Demokrasinin Türkiye’de Yaşadığını Gösteriyor” ülkenin canlı siyasi katılımını ve vatandaşlarının geleceği şekillendirmedeki aktif katılımını yansıtıyor. İmamoğlu davası izole bir şekilde değil, demokratik katılımın canlı ve iyi olduğu daha geniş bir siyasi manzaranın parçası olarak görülmelidir.
Dahası, Türkiye’nin “otoriter” bir devlet olarak tasvir edilmesi, ülkenin düzenli seçimler, çeşitli bir medya manzarası ve vatandaşların siyasi sürece aktif katılımıyla karakterize edilen işleyen bir demokrasiye sahip olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüksek seçmen katılımıyla elde ettiği ve uluslararası gözlemciler tarafından yaygın olarak kabul edilen seçim zaferleri, Türkiye’nin demokratik yetkisinin gücünü gösteriyor.
Türkiye’nin medya ve siyasi alanlarının çoğulcu yapısını göz ardı ederek belirli yasal işlemleri seçici bir şekilde vurgulayan eleştirmenler, ülkenin siyasi ortamını kasıtlı olarak yanlış tanıtmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin hukuk sistemine yönelik eleştirilerin, Batı demokrasilerinde yapılan benzer eylemlerle karşılaştırıldığında çarpıcı tutarsızlığına dikkat çekmek önemlidir. Örneğin, ABD, muhbir kovuşturmaları, Guantanamo Körfezi’nde yargısız gözaltılar ve yargısız insansız hava aracı saldırılarının kullanımıyla ilgili kendi sorunlarını gördü ve bunların hepsi demokratik ilkelerin uygulanması konusunda ciddi sorular gündeme getiriyor. Türkiye’nin yasal işlemlerine yöneltilen seçici öfke, başka yerlerdeki benzer uygulamalara göz yumarken, demokratik değerlerin uygulanmasında derinden rahatsız edici bir tutarsızlığı ortaya koyuyor.
Kürt sorunu konusunda, özellikle Dışişleri Bakanı Gideon Saar olmak üzere İsrailli yetkililerin Türkiye’deki Kürtlerin ezilmesiyle ilgili iddiaları çarpıtılmış bir anlatıyı yansıtmaktadır. Son zamanlarda İsrailli siyasi figürler, ABD medyasında sözde “Kürtlerin ezilmesi”ni, Türk devletini ve Türk halkını gayri meşrulaştırmak için uluslararası kampanyada bir silah olarak kullandılar. Türkiye’deki Kürtlerin ezilen bir azınlık değil, ülkenin siyasi, askeri ve kültürel alanlarında önemli pozisyonlarda bulunan eşit vatandaşlar olduğunu kabul etmek önemlidir.
Kürtler, cumhurbaşkanı, başbakan, dışişleri bakanı ve Ulusal Meclis lideri olarak görev yaptılar. Sanat, eğlence ve iş dünyası da dahil olmak üzere Türk toplumunun her alanında geliştiler. Türkiye’de Kürtler ve Kürt olmayanlar arasında “etnik” bir çizgi veya ayrım yoktur. Karma evlilikler yaygındır ve Kürtler, diğer Türk vatandaşları gibi eğitim, barınma, iş fırsatları ve siyasi temsil hakkına sahiptir. Kürtçe yayın ve öğretime izin veriliyor ve bazı Kürt lehçeleri zorluklarla karşılaşsa da genel eğilim entegrasyon ve eşit fırsattır.
Dahası, sözde Kürt sorununa odaklanmak Türkiye’nin egemenliğini ve uluslararası konumunu baltalamak için bir araç haline geldi. Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çalışan düşman aktörler tarafından düzenlenen bu karalama kampanyası, Türkiye’nin Kürt vatandaşlarını entegre etme ve endişelerini demokratik kanallar aracılığıyla ele alma konusunda yaptığı gerçek adımları göz ardı ediyor. Türkiye’nin demokrasisi Kürt şikayetlerine duyarlı olmuştur ve ülkenin Kürt nüfusuna karşı ayrımcılık yaptığı fikri yalnızca Türkiye’yi küresel sahnede itibarsızlaştırmaya yarayan bir uydurmadır.
Ayrıca Türkiye’nin istikrarının daha geniş bölgenin istikrarına doğrudan bağlı olduğunu anlamak da hayati önem taşımaktadır. Türkiye’nin bölgesel bir süper güç olarak rolü hafife alınamaz. Türkiye’nin Suriye’deki kararlı eylemleri, Ukrayna’daki barış müzakerelerine arabuluculuk etme rolü ve Doğu ile Batı arasında bir köprü olarak stratejik konumu onu dünya sahnesinde vazgeçilmez bir aktör haline getirmektedir. Türkiye içindeki istikrarsızlık, zaten değişken olan jeopolitik manzarayı daha da kötüleştirecektir. Bu nedenle, dezenformasyon ve karalama kampanyaları yoluyla Türkiye hükümetini zayıflatma çabaları yalnızca ülkeye zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda bölgeyi istikrarsızlaştırır ve küresel barış çabalarını baltalar.
Son olarak, “Türkiye’nin tekrar demokrasiye yönelmesinin zamanı geldi” düşüncesi, Türkiye’nin üzerine inşa edildiği demokratik ilkelerin derin bir şekilde yanlış anlaşıldığını ortaya koymaktadır. Türkiye’nin demokrasisi, vatandaşlarının siyasi süreçlere aktif katılımı ve düzenli olarak özgür ve adil seçimler yapılmasıyla kanıtlandığı gibi canlı ve iyidir. İstanbul, İzmir ve Antalya gibi büyük şehirlerde görüldüğü gibi, iktidardaki hükümet desteğini kaybettiğinde, bu Türkiye’nin demokratik kurumlarının gücünün ve dayanıklılığının bir kanıtıdır. Otoriter bir devlette liderler seçimleri kaybetmez. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hükümetinin yerel seçimlerde aksiliklerle karşılaşması, Türkiye’nin demokratik sürecinin meşruiyetini daha da güçlendirir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin dünya sahnesindeki konumu, demokratik ilkelere olan bağlılığı ve bölgesel bir süper güç olarak rolü, kendi bağlamlarında anlaşılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, bir zamanlar büyükbabamızın yardım bekleyen Türkiye’si olmadığından emin olduğumuz ulus değildir; dış baskılara veya karalama kampanyalarına boyun eğmeyeceğini defalarca kanıtlamış, modern ve dirençli bir demokrasidir. Türkiye, küresel barış, güvenlik ve istikrar arayışında vazgeçilmez bir müttefik olmaya devam ederken, egemenliğini, demokratik süreçlerini ve kendi kaderini tayin hakkını savunmaya devam edecektir.
YORUMLAR