Geçtiğimiz günlerde Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde yapılan oturumda Senatör Chris Van Hollen’ın Türkiye hakkındaki açıklamaları, yalnızca diplomatik nezaket sınırlarını zorlamakla kalmadı; aynı zamanda ABD-Türkiye ilişkilerindeki derin çelişkileri ve seçici hassasiyetleri bir kez daha gün yüzüne çıkardı.
Senatör’ün açıklamaları arasında özellikle Türkiye’nin adlandırılması, Ekrem İmamoğlu davası, CAATSA yaptırımları ve genel olarak Türkiye’nin yönetimine yönelik değerlendirmeler dikkat çekiciydi. Ancak bu iddialar, sadece yüzeysel bir analizden ibaret değil; aynı zamanda çarpıtılmış bir anlatının da ürünü.
“Turkey” Israrı: Basit Bir Tercih Değil, Egemenliğe Saygısızlık
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi olarak “Türkiye” ismini kullanma talebinin hâlâ bazı Amerikan siyasetçileri tarafından görmezden gelinmesi, göründüğü kadar önemsiz değildir. Bu tür sembolik tercihler, ulusal kimliğin ve egemenliğin uluslararası düzeyde tanınmasının temel parçasıdır. Amerika’nın bu isteği görmezden gelmesi, kendi desteklediğini iddia ettiği değerlerle açıkça çelişiyor.
Demokrasi Mi, Seçici Hassasiyet Mi?
Senatör Van Hollen’ın Ekrem İmamoğlu davasına atıfta bulunarak Türkiye’de demokrasinin gerilediğini öne sürmesi, Türkiye’nin karmaşık hukuk düzenini anlamaktan uzak, sloganvari bir bakış açısına dayanıyor. Oysa ki bu süreç, Türkiye’nin kendi iç hukuk mekanizmaları içinde yürütülmektedir. Time dergisinin de belirttiği gibi, İstanbul’daki demokratik rekabet, Türkiye’deki siyasi hayatın dinamizmini göstermektedir. Bir dava üzerinden tüm bir ülkenin demokratik kapasitesini yargılamak, dürüst bir siyasi analizden çok siyasi mühendisliktir.
S-400, CAATSA ve NATO Gerçekleri
F-35 programından Türkiye’nin çıkarılması ve CAATSA yaptırımları, Senatör tarafından ilkesel gerekçelerle savunulsa da, bu yaklaşım NATO’nun güney kanadını zayıflatmış, Türkiye’yi Rusya ile daha yakın askeri ilişkilere yöneltmiştir. ABD’nin daha önce Türkiye’ye Patriot sistemlerini vermemesi, S-400 tercihini zorunlu hale getirmiştir. Dahası, S-300 sistemlerini kullanan NATO üyeleri Yunanistan, Bulgaristan ve Slovakya’ya yönelik sessizlik ise büyük bir çifte standardı işaret etmektedir.
Demokrasi Eleştirisi Kimin Elinde Ne Kadar Tutarlı?
Türkiye’yi “otoriter” olarak nitelendiren çevrelerin, aynı eleştiriyi ABD’de ya da Avrupa’da meydana gelen benzer olaylara yöneltmedeki gönülsüzlüğü dikkat çekicidir. Guantanamo’daki yargısız tutuklamalar, Julian Assange ve Edward Snowden gibi isimlere yönelik davalar, insansız hava araçlarıyla yapılan yargısız infazlar… Bunların hiçbiri demokratik gerileme örneği olarak gündeme getirilmiyor. Aynı şekilde Batı’da yolsuzlukla suçlanan liderlere yönelik sessizlik de bu seçiciliği perçinliyor.
İkili İlişkilerde Saygı ve Eşitlik Zemininde Yeni Bir Sayfa Açılmalı
ABD-Türkiye ilişkileri stratejik bir bağlamda yürütülmelidir. Yapıcı eleştiri, dış politikada gereklidir; ancak bu eleştirinin hakikatle, tutarlılıkla ve karşılıklı saygıyla yoğrulması gerekir. Aksi halde, “demokrasi savunusu” adı altında yürütülen söylem, yalnızca bir siyasi araçtan ibaret kalır.
Sonuç olarak, Senatör Van Hollen’ın yaklaşımı; seçici bilgi, yüzeysel analiz ve diplomatik çifte standartların bir karışımını yansıtmaktadır. Türkiye, tüm zorluklarına rağmen demokratik süreçlerini sürdürmekte ve uluslararası arenada hak ettiği saygıyı talep etmektedir. Gerçek bir müttefiklik, bu talebi duymakla başlar.
YORUMLAR